top of page

Kuşatılmış olmak, yalnızlık, her şeyden herkesten sıkıntı duymak, kalabalıklardan kaçmak, insanlardan kaçmak… Aylak Adam’ın başkişisi C, böyle biri. Sıkıntısının nedeni yabancılık. O, ‘farkında’ ve yabancı biri. Toplumun tüm kalıplaşmış davranışlarına karşı yabancı, sıkıntılı, hatta tiksintili. Öyle ki sıkıntı kitabın başından sonuna C ile özdeşleşiyor. Kitabın ikinci cümlesi şöyle: “ …İçimdeki sıkıntı eridi. (Bu sıkıntı garsonun yüzündendi. Öyle sanıyordum. Paltomu tutarken yüzünü görmüştüm. Gülmekten değil sırıtmaktan kırışmış, gözleri, ne derler, sırnaşık mı, yok yılışıktı. Para versem elime yapışacaktı. Vermedim.” (Aylak Adam, Yusuf Atılgan, Yapı Kredi Yayınları, 2010)

 

C için gündelik yaşamı sürdürmek bir hayli zor. Bu zorluk parasal kısıtlılıktan değil elbet; ilişkilerin zorunlu varoluşundan. Örneğin lokantadaki- kafeteryadaki garsondan, bindiği taksinin şoföründen, tıraşını yapan berberden, temizliğe gelen kadından, kapı önündeki dilenciden, para işlerini takip eden avukatından, yoldan geçenlerden, hatta nesnelerden belirgin bir sıkıntı hissediyor. Onları tanıdığından veya sevmediğinden değil bu sıkıntı; kalıplaşmış davranış biçimlerine sahip olmalarından. Sıradan yaşamlar, kalıplaşmış davranışlar, kurallar; hepsi dayanılmazdır Aylak Adam (C) için.

 

“…Duvarda ‘ikindi kahvaltısı’ asılıydı. Yapma ışıkta bozluğu daha bir boz, kahredici. Masanın üstünde sigara küllüğü vardı. Biçimsiz. Kim koymuş onu kitapların önüne? Kaptığım gibi pencereden sokağa fırlattım. Kapalıymış, cam kırıldı.” (Aylak Adam, sf. 11)

 

“…Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız.” (Aylak Adam, sf: 39)

 

Varoluşçu bir öz mü?

 

Aylak Adam, Jean Paul Sartre’ın, varoluşçuluğun ağırlıklı etkisini taşıyan Bulantı anlatısıyla bazı benzerlikler gösterir. Aylak Adam’ın başkişisi C ve Bulantı’nın başkişisi Roquentin; ikisi de yalnızdırlar, bunalımlıdırlar; etiğin ve otoritenin basmakalıp davranışlara tepkilidirler ve yaşama nedenini bir kadın imgesine bağlarlar. İki romanda da başkişiler; toplumla, sosyo-ekonomik sistemle nedensellik ilişkisi gözetilmeksizin salt kendi var oluşlarıyla içsel-psikolojik bir birey olarak ele alınırlar. Hatta nesneyi bile ele alış şeklidir bu ve ortaya çıkan his, bir tür tiksintiye dönüşmektedir.

 

Yalnızlığına ve duyduğu tiksintiye yönelik Bulantı’nın başkişisi Roquentin şöyle demektedir:

 

“şu tepenin üstünde, kendimi onlardan ne kadar uzak hissediyorum. Sanki başka türdenim ben. Bütün gün çalıştıktan sonra bürolarından çıkıyor, evlere ve meydanlara neşeyle bakıp, bu kentin kendi kentleri olduğunu, bir “güzel burjuva kenti” niteliği taşıdığını düşünüyorlar.

…Durgun, biraz da asık suratlı kimselerdir. Yarın’ı yani bugünün bir tekrarını düşünürler; kentlerde her sabah ortaya çıkan tek bir gün vardır. Pazarları, bu tek günü az buçuk süslerler. Avanaklar! Güven dolu, kalın suratlarını göreceğimi düşündükçe tiksinti kaplıyor içimi. Yasalar yaparlar, bayağı romanlar yazarlar, çocuk yapma budalalığına düşmekten kurtulamazlar.” (Bulantı, Jean Paul Sartre Can Yayınları, 2011, Sf. 232)

 

Pazar güzü sahilde yapılan gezi ve şehrin belli caddelerine turla anlatılan ‘pazar sıkıntısı’, yalıtılmış Roquentin için başa çıkılmaz var oluşun acısını dile getirdiği uzunca bir bölümdür. “ Bir aralık, ‘insanları sevecek miyim’ diye düşündüm. Ama bu eninde sonunda onların pazarıydı, benim pazarım değil.” . (Bulantı, Jean Paul Sartre, sf: 87)

Aylak Adam (C) da, şehrin sokaklarında, girdiği mekânlarda (lokantalarda, sinemada, berberde) rastladığı insanların bir örnekliği, kalıba dökülmüş halleri için katlanılmazlık ve büyük bir tiksinti hissi sık sık yaşar. C, bir gün sinemadan çıktıktan sonra sokaktaki insanları iç sesiyle şöyle karşılıyor:

“Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar eritiyorlar…

…Hep ölçülü-biçimli mi davranmak gerek? Kim demiş? Başkaları onu eve gidecek sanırken o gidip bir meyhaneye içecek…” (Aylak Adam, sf: 18)

 

Nihilist bir reddiye, iç sıkıntısı, boşluk açısından varoluşsal romanın etkileri gözlemlense de, özlenen edimler için özgür iradenin zayıflığı ve Bulantı’daki şekliyle varoluşun hiçliği, fazlalığı, ‘saçmalığı’ gibi felsefi alanlara kaymaması bu noktadan uzaklaştırmaktadır Aylak Adam’ı. Özgürlüğünü savunmak için sabrı ve gücü yoktur C’nin. İnsanların uzağında kalmayı, konuşmamayı, tartışmamayı yeğler çoğu kez.

 

Çalışma avuntusu mu? Ücretli kölelik mi?

 

C, aylaktır gerçekten; yaşamını devam ettirmesi için çalışmaya ihtiyacı yoktur, babasından kalan mirasla geçimini rahatça sürdürmektedir. Üniversite eğitimine sadece dört ay devam etmiş, bırakmıştır. Hayatta hiçbir şeye zorunluluğu yoktur. Ona göre çalışmak iç sıkıntısını bastırmak için bir avuntudur. O, böyle bir avuntu istememektedir. Kendini tekrar eden iş, tekdüze bir yaşantı, yaratıcılıktan, yenilikten uzak ‘aynılık’ demektir. Kapitalizmde emek üretkenliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan emeğe ve emeğin dönüştüğü ‘şey’ olan ürüne/hizmete yabancılaşma, yapılan işin niteliksel değersizliğini ve bayağılığını (sıradanlığı) getirir. Bir üretim bandında tekrara dayanan işin, doğal olarak zevksizleşmesi, coşku vermemesi; kişinin kendini var edememesidir konu olan. C’nin büyük bir huzursuzlukla dile getirdiği nokta tam da budur. İnsanın keşfetme, yaratma, coşkulanma doğasına aykırı olan ve insan emeğini sıradanlaştıran kapitalist çalışma sistemdir. Aylak Adam’da yazar bu gerçekliğe dokunmadan sorunu bireye indirgemiş, hazır parayla geçinen C’nin penceresinden sürekli olarak diğer insanları, durum onların suçuymuş gibi topa tutmuştur. İnsanın üretimsel ve aynı zamanda ruhsal yabancılaşması; emek sömürüsü ve yoksullaşma ile birleşince ortaya çıkan durum insanlık için bir yıkımdır, yaşamın dayanılmazlığıdır. Bu durum insanlığın en büyük meselesidir. Atılgan bu cendere ve çaresizlik üzerinde düşünmeyi tercih etmeyerek C’nin kişiliği üzerinden topluma karşı bireysel bir kahretsinliğe ve tiksintiye yönelmiştir. C, bir karakter olarak, bireysel kurtuluşunun dayanılmaz hafifliğiyle iş yapmadan, emek harcamadan yaşayan ve bu yanıyla eylemsizliğin sıkıcılığından, yalnızlığından kurtulamayan, yalnızca reddeden nihilist ve bohem bir kahramana dönüşmektedir.

 

Arayış ve hayatın anlamı olarak kadın imgesi

 

Gündelik yaşam konusunda sıra dışıdır C. Kimseden sorumlu değildir, olmak da istemez. Eli paketli aile babası olmak, kuşpalazına yakalanacak çocuklarla uğraşmak ona göre değildir. Kimse için emek harcamamak, toplumsal üretkenliğe katılamamak, değer üretememek C’nin yaşam şeklidir. Yazar, hiçbir şey için emek harcamayan, eyleme girişmeyen bunalımlı birinin kronikleşmiş iç sıkıntısından paradoksal bir biçimde topluma dönük, bir değer yargısı ve etik sorgulamasını yürütmek istemektedir. “Masanın önündeki iskemlelere oturdular. İçinde gitgide artan bir sıkıntıyla ona hala içtiğini, hala aylak olduğunu, hala canı sıkıldığını, hala aradığını yeniden anlattı.” (Aylak Adam sf: 151)

İnsandan ve toplumdan umudunu kesmiş bir durumda hayatın anlamını arayan C, sonunda bu arayışı bir kadın gizemine indirgemiştir. Kuşatılmışlık içindeki C için mutluluk, onunla birlik düşünen, etik ve kurumsal dayatmalara karşı çıkan, iç özgürlüğünü savunan kadındır. O, sınırlarını aşmalı, alışılmış ve kalıplaşmış olanla savaş halinde olmalıdır.

 

Kitapta üç kadın kahraman Ayşe, Güler ve B’de bu arayışın izleri sürülmüştür. Aradığı kadında doğallık, sadelik, rahatlık, aşmışlık tercihleri yapan C, zaman zaman görüntüyü özün önüne geçiren, abartan bir biçimciliğe saplanmaktadır. Romanın yazıldığı 1960’li yıllar dünyada anarşizm, hippicilik, doğallık gibi bireysel özgürlük akımlarının özellikle genç kuşağı etkilediği yıllardır. Toplumda doğallığı savunmanın zaman zaman her şeyi reddeden bir biçimciliğe saplandığı durumlar ortaya çıkmıştır. C’ye göre ruj süren, topuklu ayakkabı giyen kadın doğal değildir, kendisini toplumun kalıplarına göre şekillendirdiği için C’ye uzaktır. C’nin iç sesinde, Güler, toplumun kısıtlarından kendini kurtaramamış, ailesini aşamamış bir karakterdir. Üstelik ruj sürer, topluklu giyer; sokakta, lokantada birlikte görünmekten, elini öptürmekten dahi çekinir. Aradığının Güler olmadığını anlayan C, doğru kadının önceki sevgilisi Ayşe olduğunu düşünmektedir. Oysa Ayşe’den ayrılış nedeni, güven kaybı ve önyargıdır. Bir başka erkekle yan yana yürürken gördüğü Ayşe’yi kıskanmış, güvensizlik duyarak terk etmiştir. Toplumsal koşullanmalara, ön yargılara karşı kendi içinde ‘korkunç ve pasif’ bir direnişi sürdüren C’nin, sevgi ilişkisinde güvensizlik ve önyargının kurbanı olması, C’nin düşüncelerindeki ve kişiliğindeki paradoksal durumu dile getirmektedir. Bu paradoks, başkahramanın kişiliğine ait bir çelişki olarak yansıtılmadığı için romanın izleğiyle tutarsızlık oluşturmaktadır.

Ayşe de, evlilik ve aile unsurlarından kendisini sıyıramamıştır ve C tarafından bu seziş, Ayşe ile ilişkisin sonlanmasını getirmiştir.

 

B ise C’nin arayışındaki ideal kadın imgesi olarak kendini hissettirmiştir. B, roman süresince belirgin bir karakter değildir. İlk bölümde birinci ağızdan anlatıcı olarak çok kısa ortaya çıkar ve sevgilisiyle yaşadığı bir deneyimi aktarır. Onun dışında B’nin romanda ortaya çıkışları, anlatıcı (yazar) tarafından C ile anlık ve farkında olunmayan karşılaşmalar şeklinde iletilmiştir. Aranan fakat bir türlü ulaşılamayan gizemli kadın imgesi olarak, C’nin isteklerine en yakın duran odur. C, yaşamı boyunca bu imgenin peşinden koşmak isteyecektir.

 

Salt iki kişilik birliktelik hayatın anlamı mı?

 

C yaşama bağlılığını şöyle ifade ediyor:

“ Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Geçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimiz, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın.”( Aylak Adam sf:149) Topluma yabancılaşma, toplumla birlik dönüşümü reddetme, neredeyse nefrete varan sıkıntı nihilizmin sınırlarına ulaşabiliyor. Derin bir çökkünlük hali, umutsuzluk, her şeyin boşunalığı, değersizliği… C, yaşama bağlılığı bu yüzden, tek bir tutamağa; ‘gerçek sevgi’ye indirgiyor, fakat gerçek sevgi henüz bulunamamıştır, nerede olduğu belli değildir. B’nin süreğen rastlantı ve kaybediş imkânsızlığında simgeleşen, etiği- otorite değerlerini yok sayan, kadını farkındalık bilincinde mükemmelleştirilen, sürekli ulaşılmaz bir noktaya eviren “gerçek sevgi” yaşamdan ve toplumdan kopmuş, gizilleşmiştir. Gizemleştirme kof bir yüceltmeyi de beraberinde getirmektedir. “Gerçek sevgi” yaşamdan, insandan, kendi içindeki gelişme dinamizmi ve diyalektiğinden koparak yaşama nedenine, tutamağa, coşkuya dönüşmektedir. Evet, kapitalist düzen; aile- evlilik kurumları, ahlak yasaları otoriter kuşatmasıyla insanı hiçleştirmeye çalışır; gelgelelim aşk veya sevgi mutlak değil diyalektiktir; iki kişi arasındadır ama toplumun diğer unsurlarıyla sürekli etkileşir, gelişir, nitel dönüşüme uğrar. Sözgelimi geçim sıkıntısı çeken yoksul bir karı kocanın sürekli duydukları kaygı, huzursuzluk, yaşam gereklerini karşılayamama, çocukların geleceği için endişelenme nasıl bir gerçek sevgi ortaya çıkartır? Çatışmalar, çelişkiler, mutsuz ruh halleri sorunları büyütecek, sevginin yönünü olumsuzluğa çevirecektir.

C’nin hayattaki biricik tutamak veya anlam olarak ortaya koyduğu “gerçek sevgi” yaşama coşkusunu asıl olarak doğuran doğa- toplum içindeki eşit, özgür insan (birey) arayışını görmezden gelmektedir.

 

C’nin öznel iç sesi

 

Romanda okuyucuya düşünce, duygu aktarımı yapan sürekli olarak C’nin iç sesidir. Diğer iki kahraman Ayşe ve Güler, bağımsız, durumlarıyla var olan kahramanlar olmaktan öte C’nin iç sesiyle anlatılmaktadır. Güler’in topuklu giymesi, ruj sürmesi, ailesinden toplumdan çekinmesi, sevişmekten korkması gibi davranışları daha çok C’nin iç sesiyle kalıpların dışına çıkamamak, boyun eğmek etrafında gezinir. Ayşe’nin anlatımında da durum benzerdir: Ayşe ile olan ilişkileri bir midye kabuğunu andırır. İkisi içindeyken hiçbir sorun yoktur, ama toplumun diğer fertleri, örneğin Naciye hanım’ın ahbap pansiyonerleri, anne babalar işin içine girince midye kabuğu her tarafından delinmiş, özgürlük alanı yerle bir edilmiştir. Sorun şu ki C düşünce ve duygu aktarımında tek baskın kişidir, karşısında bir karşı(farklı) kahraman yoktur ve bu durumda düşünce nesnelliğini yitirip bir dayatmaya dönüşme riski içerebilmektedir. Okuyucu genel olarak kahramanla içsel bir ilişki kurmaya meyillidir; C, her söylediğiyle haklı olma noktasına taşınmaktadır. Bu, metnin tarafsızlığını yitirmesine; anlamın, kahramanın öznelliğine indirgenmesine yol açan bir durumdur.

 

Arayış bir pasif karşı çıkış mı?

 

C’nin arayışı aynı zamanda hayata karşı pasif bir karşı çıkıştır ve yenilgiyle biter. C’nin kendi ‘farkındalığı’ üzerinden topluma karşı hissettiği yabancılaşma, toplumsal dönüşümü ve başkaldırıyı umursamadığı için kalabalıklar içinde nihilist bir bunalıma ve yalnızlığa dönüşmektedir. Örneğin sahilde birlikte otururlarken Güler’e sarkıntılık eden kişilerle yaptığı kavganın Güler’i korkutup kaçırdığından bahseder C; oysaki asıl korku kendi içindeki korkudur; Güler onu, düzenin kalıpları içine sıkıştırmak, sıradanlaştırmak isteyen biridir. O ise, akşam eve elinde paketlerle dönen, ev ve çocuk sorunlarıyla yaşamını öldüren biri olmak istememektedir. Yazar hayatın anlamını, C başkarakteri üzerinden salt sevgiye yönelen gizemli bir arayış olarak tarif etmektedir. Özgürlük alanlarını korumak ve geliştirmek için mücadele etmenin, eyleme başvurmanın, insanları hayatın içinde dönüştürmenin gerekliliğini tutarlı bir bilinçle teğet geçilmiştir.

 

Romanın psikolojik boyutu

 

Aylak adam; varoluşçuluğun, nihilizmin, anarşizmin olduğu kadar bir parça da psikolojinin sınırlarında dolanmıştır. Romanın finalinde belirginleşen psikolojik sorunlar romanı ana izlekten kaydıran bir fazlalık gibi durmaktadır. C’nin babasına nefreti, babasının teyzesi ile ilişkisi üzerinden Freud’cu bir bakışa taşınmıştır. Erken yaşta anneyi kaybeden ve teyzeyi anne yerine koyan C, sevgi göstermeyen babaya nefret ve düşmanlık beslemiştir. Teyzesi ile babasının ilişkisini öğrendiğinde babasından yediği dayak sonucu kulağı yırtılan C, bundan dolayı kulak kaşıma tikine yakalanmıştır. Dikkatli okuyucular romanın ilk bölümünde, bir ressam arkadaşına portesini yaptıran C’nin porteyi incelediğinde şaşkınlık geçirdiğini, arkadaşının kulak tikini fark ederek resimde ifade ettiğini gördüğünü ve bu durumdan dolayı aşırı sarsılarak ölmeyi istediğini hatırlayacaklardır. Yusuf Atılgan’ın romanı bir intihar finaliyle bitireceği, eşinin öldükten sonra verdiği röportajlarda ifade ettiği bir durumdur. Atılgan’ın portre ve intihar düşüncesi fikrini bu amaçla metne almış olacağı düşünülebilir. Fakat yazar bu yolu izlememiş kitabı psikolojik bir izleğe sokmamıştır.

 

Kafka’nın K’sı ve Atılgan’ın C’si

 

Burjuva toplumundaki yabancılaşma olgusunu en iyi işlemiş yazarlardan biri olan Kafka’nın romanlarında birey, sadece psikolojik ve düşünsel temelde ele alınan, toplumun sosyo-ekonomik ilişkilerinden yalıtılmış öznel birey değildir. Örneğin ‘Amerika’ romanındaki ana karakter kişisi K, işlediği bir kabahat yüzünden ailesinin evden kovduğu, birdenbire hayatın orta yerinde yapayalnız, savunmasız kalan bir gençtir; bir işi olsun, geçimini sağlasın, hayata tutunsun diye, tüccar amcasının yaşamını kilit almaya çalışan baskıcı, katı disiplinci iradesine boyun eğer. Aslında bu boyun eğiş, K’nın, kendi yaşamını kazanmak, başkalarının sırtına yük olmamak için verdiği mücadelenin, öz saygısıyla çatışmasıdır; özgürleşme savaşında zorunluluğun diyalektik bilincidir. En küçük bir kuralsızlığa tahammülü olmayan paragöz amca tarafından sokağa atılan ve işinden olan K, iş bulmak için elinden geleni yapmış, otellerde en ağır koşullarda çalışmış ama sistem onu hep alta ve başarısızlığa itmiştir. En son, sevgilisinin evinde bir tür jigololuk ilişkisiyle yaşayan sefil, zavallı bir arkadaşının yanına aç, beş parasız sığındığında bile içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmanın çarelerini düşünmüştür K.

Yine Kafka’nın Dava romanının aynı isimdeki başkarakteri K, nedenini bilmeden yargılandığı ve ölüm cezasına çarptırıldığı davada, ölüm anına kadar mücadeleyi sürdürür; kurtulmak için sadece düşünmez, fikir dile getirmez, aynı zamanda eyleme geçer; tünelden çıkmak için elinden geleni yapar. Kafka’nın kahramanları, ekonomik-sosyal düzen tarafından yalnızlaştırılmış, çaresizleştirilmiş; sonunda yenilmelerine rağmen ışığı bulmaya çalışmış gerçekçi karakterlerdir.

Kafka’nın karamsarlığı dahi, yaşamla boy ölçüşmeye, kapışmaya evrilebilen bir başkaldırı ve umut aşılamaktadır. Hayatın kendisi de böyle değil midir? Oysaki C, romanın sonunda düzen tarafından alt edildiğinde bir kapışmayı değil teslimiyeti dışa vurmaktadır.

“Çevresindeki herkes ona düşmana bakıyordu. Kuşatılmıştı. Artık otobüse yetişmesi olanaksızdı. Birden sol şakağındaki ağrı yeniden başladı. Yıllardır aradığını bulur bulmaz yitirmesine sebep olan bu saçma, alaycı düzene boyun eğmiş gibi kendini koyverdi. Şimdi ona istediklerini yapabilirlerdi…” (Aylak Adam, sf: 155)

Teslim bayrağını çeken C, aslında baştan beri etkisizdir. Çünkü o yaşamın kıyısında durup pasif eleştiriden, üstelik toplumsal-ekonomik alt yapıdan kopuk pasif eleştiriden başka hiçbir şey yapmamıştır.

 

Berivan Kaya

 

 

Berivan KAYA - Aylak Adamın Nihilizme Uzayan Arayışı

(insanokur.org. 09.07.2012)

bottom of page