Yusuf Atılgan
A.Ömer TÜRKEŞ - Bodur Minareden Öte
Toplam iki romanı ve bir hikaye kitabı yayınlanmakla birlikte, romanımızın önemli isimlerindendir Yusuf Atılgan. 1921 Manisa doğumlu yazar, İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdikten sonra bir süre öğretmenlik yapmış, daha sonra Hacırahmanlı köyüne dönerek çiftçilikle uğraşmıştı. Edebiyat hayatı lise yıllarında şiir ve öykü yazmakla başlamış, edebiyat çevrelerinde tanınması ise Tercüman ve Cumhuriyet gazetelerinin öykü ve roman yarışmalarında elde ettiği derecelerle olmuştu. Belki az ürün vermiş olmasından, belki de mütevazi ve sakin kişiliğinden dolayı fazla popülerleşmemişti, ta ki 1973’de yazdığı ikinci romanı “Anayurt Oteli” 1987’de sinemaya uyarlanana kadar. Ömer Kavur’un yönettiği filmin kazandığı başarı ile –1959 tarihli- ilk romanı “Aylak Adam”da yeniden hatırlandı. 1989’da –İstanbul’da- ölen bu değerli yazarla ilgili tanıtma ve eleştiri yazılarını, yapılan söyleşileri ve yayınlaşmamış çalışmaları kapsayan “Yusuf Atılgan’a Amağan” kitabı ise 1992‘de yayınlandı. Bireyin uyumsuzluğu
1960 tarihinde “a” dergisi yayınları tarafından basılan “Bodur Minareden Öte”, üç bölümden ve toplam dokuz öyküden oluşuyor. Yazarın romanlarını, daha doğrusu “Anayurt Oteli”ni okumuş olanların hiç yabancılık çekmeyeceği öyküler bunlar. Çünkü Atılgan, kasabadan, köyden, kentten biçiminde sınıflandırdığı öykülerinde hep aynı temayı, toplumun baskılarından bunalmış, ötekileşmiş, uyumsuzlaşmış insanları işliyor. Nasıl soluk alınıp verildiği meçhul kalan bir karabasanlar dünyasıdır onun anlattıkları. “Evdeki” adlı öyküdeki genç kız, Anadolu’da yaşayan, okumuş, hayatta farklı renkler, adını tam koyamadığı özgürlükler peşinde olan genç kızların bugün bile yaşamak zorunda kaldıkları dışlanma, ya da sindirilme ikilemiyle karşı karşıyadır. Her şeye rağmen direnmeyi seçer, cinselliğini doğallığı içinde değil, bir varolma sorunu olarak yaşar, ama kendisini kuşatan bu baskıdan –kasabadan kurtulsa da- kurtulması mümkün müdür? Öykünün bu sorusunu, kitabın diğer öykülerindeki farklı mekanlara da yayılmış toplumsal baskılara bakarak, kolaylıkla hayır diye yanıtlayabiliriz.
Kitabın en önemli öyküsü “Saatlerin Tıkırtısı”. İlginç bir biçim kullanıyor yazar. İç içe geçmiş öykülerden bir tanesi, monoton bir tempo ile tıkırdayan saatlerle dolu küçük dükkanında yaşayan saatçi, diğeri onu kurgulayan, ona çemberlerini kırdırmak isteyen anlatıcı üzerine kuruludur. Bu kasabadaki bütün çemberler kırılmadıkça, anlatıcıyı daraltan çember kırılmayacaktır; böylelikle saatçiden sonra sıra ayakkabıcı anlatımına gelir.
Atılgan, kasabada geçen iki öyküsünün ardından köye çevirir gözünü. Buradaki kuşatılmışlığı temsilen bir deli, kümesteki tavuküsü olan “Tutku”da, deli olarak nitelenen Osman’ın bilincinden izleriz olup bitenleri, ama bu bilinc hiç de bir delinin bilinci değildir, belki de o köyde yaşayan herkesten daha duru bir değerlendirişi vardır Osman’ın. Delilik damgası dışlanmanın ve baskının meşruiyetini sağlar. “Kümesin Ötesinde”ki, daha iyi tavuklar arasında daha anlayışlı horozlarla geçecek bir hayatı düşleyen tavuk, bir sonraki öyküdeki –“Dedikodu”daki- küçükgelinin hayatının allegorisidir. Yusuf Atılgan, köyü anlattığı öykülerinde, basitçe dedikodu diyerek küçümsediğimiz toplumsal “eğlencenin”, aslında genel ahlak ve davranış normlarını üreten bir kurum olduğunu çok iyi yakalıyor.
Yusuf Atılgan kente gelindiğinde bireyler üzerindeki kıskacı biraz daha daraltır. Belki de o yıllarda Avrupa’da çok etkili olan düşünce akımlarının, “varoluşçuluğun” da etkisiyle, uyumsuzluk, bunaltı, saçmalaşan yaşam gibi temaları çıkarır öne. Yazarın klasik bir köy, kasaba, kent çizgisi yerine, kasaba, köy, kent sıralamasını yeğlemesinden de anlaşılacağı gibi, “nerede yaşarsa yaşasın, bu dünyaya düşmüş birey için kurtuluş yoktur” kötümserliğini taşıyan “Bodur Minareden Öte”, her ne kadar varoluşçu bir bunaltı üzerine kurulmuşsa bile, tuplumsal olana da gözlerini kapamıyor. Yusuf Atılgan’ın “bireyi” hiç bir zaman yalıtık olarak yalnız ve bunalmış değil. Yazarın çok iyi bildiği o durağan Anadolu yaşamının muhafazakarlığından kaynaklanıyor çemberler.
Yusuf Atılgan üslubu
“Aylak Adam” 1959 yılında yazılmıştı. “Bodur Minareden Öte”nin tarihi 1960. “Anayurt Oteli”nin roman dünyamıza katılışı ise 1973’te oldu. Bu üç kitabında da sanki aynı zaman diliminde yazılmışçasına benzer bil dil, benzer bir uslup yakalamış Atılgan. Abartılı gelse bile, her cümlenin, her sözcüğün yerli yerinde olduğunu söylemeliyim. Son derece temiz bir dil kullanıyor yazar. Ancak asıl övülmesi gereken özellik temiz bir dille sınırlı değil; bu dili kendine özgü bir uslup içinde eritiyor, dile biçim veriyor o.
Anlatım tekniği ve kurgusundan, ayrıntıları, imgeleri, çağırışımsal ifadeleri kullanışı açısından baktığımızda, Yusuf Atılgan’ın edebiyatımızdaki farklılığı hemen ortaya çıkacaktır. Öyküdeki uyumsuz kişilerin kendi ağzından dinliyoruz toplumsal çatışmaları. Yani birinci tekil şahıs ağzından yapılan bir anlatı ağırlık kazanıyor, yer yer anlatıcının kendisi giriyor devreye. İç monolog ve zaman zaman bilinç akışı tekniğini de kullanıyor yazar. Böylelikle anlatım hiç bir zaman monotonlaşmıyor. Bu teknik özellikler yalnızca biçimsel denemeler değil, anlatılan konuyu pekiştiren özellikler oluyorlar. İsimleri çağrışımlar yaptıracak bir tarda seçmiş Atılgan. Mesela daracık dükkanında daralmış bir yaşam süren saatçinin soyadı “Yayladan”dır. “Kocagelin” - “Küçükgelin” karşıtlığı, aynı zamanda eşitsiz ilişkileri de işaret eder.
Edebiyatımızdan bir Yusuf Atılgan geçmişti sessiz sedasız. Onun yazdıklarını okuyunca, bu kadar az üretmiş olmasına üzülmemek gelmiyor elimizden. Hele metinler arasında üretilmiş kişi ve konulara ağırlık veren yeni yazım akımlarının istilasına uğramış kitapevlerini gördükçe, Anadolu’nun öğütüp tükettiği insanları konu edinen Yusuf Atılgan gibi ustaların eserlerine daha da sıkı sarılmak gerektiğini anlıyoruz.