top of page

Volker KAMINSKI - Varoluşun Dayanılmaz Aylaklığı
(Qantara.de 2008, Almancadan çeviren Tuba Tunçak )

Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” adlı romanının ilk baskısı bundan yaklaşık 50 yıl önce yapıldı. 20. yüzyıl modern edebiyatına örnek teşkil eden kitap, şimdi de Almanca olarak kitapçılarda. Unionsverlag yayınevinin “Türk Kütüphanesi” dizisine eklediği romanı, Volker Kaminski değerlendiriyor.

Romanın baş karakteri C. sinirli, kavga etmekten hoşlanan, yontulmamış genç bir adam, uyumsuz bir “herif”. Kendisini “aylak” olarak nitelese de, bu aylaklığın hiçbir şey yapmadan, rahat geçirilen bir hayatla ilgisi yok; yaşadığı büyük şehrin sokaklarını ne yapacağını bilmez halde dolaşır, resim atölyelerinden tablolar satın alırken Ayşe ile tanışır.

Bu genç ressamla aralarında gelgitli bir aşk başlar. C. aynı zamanda bir sinema ve tiyatro tutkunudur. Çevresini eleştirel bir gözle inceleyen karakter, diğer insanların kendilerini “karıncalar misali” topluma uydurduklarını öne sürer.

Ancak romanı okuyanların kendi kendilerine sordukları soru ise, “C.’yi böyle yorulmaksızın hareketli İstanbul sokaklarında dolaşmaya, tramvayla bir o yöne bir bu yöne gitmeye ve bir yerlere varma amacı olmaksızın, o kahvehane senin bu kahvehane benim dolaşmaya iten nedir? sorusudur.

“Aylaklığın” sırrı
Atılgan’ın “Aylak Adam” adlı romanı Türkiye’de bir klasik. 1957 yılında ilk kez okurla buluşan roman, o dönemde farklı tepkilere neden olmuştu. Bir kesim yazarın “toplumsal boyutları gözardı ettiği, sadece bireyin yabancılaşmasına odaklandığı” eleştirisini getirmişti. Romanı günümüz için ilginç kılan da tam bu yönü.

Kitap, Antje Bauer’in mükemmel çevirisinin de katkısıyla, şaşırtıcı derecede modern bir roman izlenimi veriyor. Yazar C.’ye, hayatın yıprattığı, asi ruhlu bu genç adama, yoğunlaşarak hayatla bağları kopmuş bir insanın ayrıntılı portesini çiziyor. C. aylaklığını bir hayat tarzı olarak savunsa da boş boş dolaşmasının, içinde bulunduğu ruhsal duruma işaret ettiği ve bir sır taşıdığı romanın ilerleyen sayfalarında anlaşılıyor.

“O kadın”ı aramak
Atılgan üçüncü şahsın ağzından anlattığı romanında berrak bir dil kullanıyor. Bununla birlikte romana eklediği mektup ve günlük sayfalarıyla madalyonun diğer yüzünü C.’nin kız arkadaşları Ayşe ve Güler’in bakış açısıyla gösteriyor. Bir süre sonra okuyucu C.’nin aslında o kadını, gerçek aşkı aradığı ve peşinden tüm İstanbul sokaklarını dolaştığını öğreniyor. “O kadın”, C.’nin sokak kahvelerinde yoldan geçtiğini görmek için beklediği, onu bulduğu düşüncesiyle aniden masadan fırlayıp peşine düştüğü bir hayalet sanki?

C.’nin çalışmak zorunda kalmadan kendisini bu zaman alıcı uğraşa adayabilmesinin sebebiyse babasından kalan mal varlığı. Babası aynı zamanda C.’nin tuhaf takıntılarını anlamanın da anahtarı.

C.’nin elinde olmayan bu davranışların kaynağı çocukluğunda yaşadığı, hala atlatmadığı ve gizliden gizliye onu yöneten bir travma. Fanatik biçimde “o kadın”ı araması, Hitchcock’un aynı yıllarda, 1958’te yaptığı “Vertigo” adlı filmini anımsatıyor. Hitchcock’taki gibi, Atılgan’ın romanında da bu arayışın ardında ruhsal bir travma yatıyor. Arayış, okuru karakterin geçmişine götürüyor ve bu travmanın sebebinin anlaşılması romanın doruk noktasını oluşturuyor.

Antje Bauer’in mükemmel çevirisinin de katkısıyla, şaşırtıcı derecede modern bir roman izlenimi veriyor… C.’nin çocukluğunda yaşadığı bir olayı kız arkadaşı Ayşe’nin ağzından öğreniyoruz: Bir yaşındayken annesini kaybeden C. zengin bir emlakçı olan babası ve dünyada en çok değer verdiği kişi olan, annesi yerine koyduğu şefkatli Zehra Teyze’nin yanında büyür. C. bir gün içkiye ve kadınlara düşkün babasının Zeyra Teyze’yi baştan çıkarışına tanık olur. Babası, C.’nin kendilerini izlediğini fark edince sinirlenir ve oğlunu yaralar. O andan itibaren C. babasından nefret eder, hatta daha sonra öldüğünde rahatlar.

“O kadın”: Manevi miras
C.’nin şehrin sokaklarında huzursuz ve amaçsızca yaptığı yolculuk, bir felaketin ardından başlıyor. Bu olay, bugünkü okura yazarın ödipus mekanizmasını zoraki biçimde izlemesi gibi gelebilir, ama aslında benzer psikoanalitik motiflere dönem yapıtlarında sıkça rastlanıyor.

Felaketse şöyle gelişiyor: Askeri kariyere başlayan C. başarısız olunca kendini yolculuklara verir. Hayatında hep birşeyler yolunda gitmediğinde içkiye sığınır; aynı hiç de benzemek istemediği babası gibi. C. gerçek aşkı özlese de, kadınlarla ilgili takıntıları ve istem dışı sürekli “o kadın”ı araması, babasından kalan manevi bir mirastır ona.

Okur, C.’nin yaşadığı trajediyi, hayatını neden özgürce ve kendi istediği gibi biçimlendiremediğini ve “hâlâ neden huzur bulamadığı”nı romanın sonunda anlıyor.

İsviçreli Unionsverlag’ın bu heyecan verici, tek düze olmaktan uzak romanı “Türk Kütüphanesi”ne kazandırması övgüye değer. Almanca baskıya Yüksel Pazarkaya tarafından kaleme alınan bir sonsöz de eklenmiş.

Sonsöz, sadece Yusuf Atılgan’ın biyografisine ve eserine ilişkin bilgiler içermekle kalmıyor, aynı zamanda içeriğin kısa bir özetiyle okurun romanı yorumlamasına yardımcı olacak ipuçları da sunuyor.
Volker Kaminski, Qantara.de 2008, Almancadan çeviren Tuba Tunçak

 

bottom of page