Yusuf Atılgan
Bilinçaltına ışık tutan ruhsal çözümlemeleriyle Yusuf Atılgan öyküleri, toplumla barışık olamayan bireyin iç dünyasını yansıtır, yanı sıra üzerinden yarım asır akmış olsa da bugün de duru diliyle hem içerik hem de biçim olarak tazeliğini yitirmemiştir. Dışlanan, aykırı bireyin kendisiyle ve toplumla ilişkisi çıkmazlarıyla kördüğümdür. Öykü kişileri şimdiki zamanın hallerinde de var oluşunu sürdürür, bu nedenle okundukça güzelleşen zamana meydan okuyan, yıllanmış şaraba benzetebiliriz Atılgan’ın öykülerini.
1960 yılında “a” dergisi yayınlarından çıkan Bodur Minareden Öte öykü kitabı “Kasabadan”, “Köyden” ve “Kentten” başlıklarıyla üç bölümden oluşmaktaydı. Ekim 2000'de Yapı Kredi Yayınlarından çıkan “Bütün Öyküleri” kitabına Sanat Olayı ve Gergedan dergilerinde yayınlanan “Ağaç” ve “Eylemci” adlı iki öyküsü; yanı sıra ilk baskısı Cem Yayınları tarafından 1981'de yapılan Ekmek Elden Süt Memeden isimli çocuklar için kaleme aldığı “Korkut'a Masal” ve “Ceren'e Masal” olmak üzere iki masaldan oluşan kitapçık da ekleniyor.
Bodur Minareden Öte'nin “Kasabadan” bölümünün ilk öyküsü “Evdeki” 1955 yılında Tercüman gazetesinin açtığı öykü yarışmasında Nevzat Çorum adıyla birincilik ödülü kazandırıyor Yusuf Atılgan'a. Ayrıca aynı yarışmada “Kümesin Ötesi” isimli öyküsü de Ziya Atılgan ismiyle yedinci oluyor. Ancak gazetenin “Meçhul aranıyor”(1) çağrılarına rağmen ödülünü bir süre bekletmeyi uygun görür Atılgan, ortaya çıkmaz. Ta ki 1957-58 Yunus Nadi Roman Armağanı'nda Aylak Adam'la ikincilik ödülü gelinceye kadar. Bekleyişinin nedeni, belki de bu başarısının devamının gelip gelmeyeceğini bilme ve sonrasında oluşabilecek beklentileri bertaraf etme isteğidir.
“Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor”
Atılgan, “Evdeki” öyküsünde kasabada yaşayan, başka dünyaların da farkında olan isimsiz bir genç kızın daralan dünyasına konuk eder bizleri. Ona bir isim vermez, “Evdeki” olarak adlandırır. Kasaba insanının kabullenemediği farklılığı, liseyi bitirmiş olması ve dayısının da yardımlarıyla İngilizce'yi az çok öğrenmiş, ona verdiği kitaplarla dünyayı tanımış olmasından ileri gelir. Aynı evde yaşayan ana-kızın birbirlerine yabancılaşmasının da öyküsüdür “Evdeki”. Bu yabancılaşmayı somutlayan bulaşık çanaklarına musluktan damlayan şıp, şıp, şıp sesi genç kız üzerindeki baskıyı ve dışlanmayı daha yoğun duyumsatır. Bir eksiği olduğu için evlenmek istemediği dedikoduları, annesinin ilenmeleri, kınayan bakışlar sevgisiz dünyasında her gün daha da büyüyerek içindeki kara deliği oymayı sürdürmektedir. “Neden bu daracık kasabadayız biz? Yoksa bütün dünya böyle mi? Kitapların dediği yalan mı?” (s. 12) sözleriyle genç kız isyanını büyütür, çelişkileri gözler önüne serer. Kasaba yaşantısındaki monotonluğu ve mutsuzluğu, “Kös kös yürüyorlar. Hepsi de kendine güvenen kişiler, belli. Kusur bağışlayacak göz yok bunlarda. Büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor.” (s. 11) sözleriyle dile getirmektedir genç kız. “Hayatını hiçbir türlü yaşayamamaktadır. Cinselliğini bile, tiksinç bulduğu yeniyetme bir oğlanla, anlamsız bir oyunda çirkinleştirerek yaşayabilir ancak. Düşünde bütün gece bir kurbağa sıçrayacaktır üzerine artık. Bu dar çevreden bir çıksa, kasabadan çıkabilse, kırılacak mıdır çember?”(2) Füsun Akatlı'nın bu sorusuna öykülerin tümünde karakterler üzerindeki toplumsal baskıyı göz önünde bulundurduğumuzda hayır dememiz mümkündür.
“Saatların Tıkırtısı” adlı öyküsünde de monoton bir ritimle tıkırdayan saatlerle dolu daracık dükkânında yaşayan saatçiye çemberini kırdırma isteği vardır anlatıcının. Çünkü daralan dünyasında öyküler kurarak kendine bir çıkış yolu bulmanın peşindedir anlatıcı; saatçinin kurtuluşu kendi kurtuluşu olacaktır bir yandan. “Saatların tıkırtısıyla içinin sıkıntısı arasında bir ilgi vardır sanki. Bu durmayan tıkırtı dünyanın düzeni gibi bir şeydir. Değişmez.” (s. 18) Bu değişmezlik hiçbir zaman bozulmayacak olan tekdüzeliği simgeler. “Öykü içindeki öyküye göre, saatçi bir gün kurmayacaktır saatleri, dükkândan fırlayacak, 'saatların yapıldığı yere' diye haykıracaktır. 'Çıldırdı' diyeceklerdir kasabalılar. Saatçi böylece yırtmış olacaktır; bir saatin çarkı gibi kapalı bir çemberle varlığını kuşatan, kalınlaştıkça kalınlaşan kabuğunu.”(3)
Yusuf Atılgan'ın eserlerinde bir ayrıntı olarak görülüp dikkatlerden kaçabilecek önemli bir nokta vardır, karakterlerinin zaman zaman tuvalete gidebileceklerini çünkü onların da gerçek hayatta olduğu gibi acıkabileceğini, uyuyabileceğini ve aynı zamanda tuvalet ihtiyaçlarının da olabileceğini göstermek ister. Bu nedenle Yusuf Atılgan'ın karakterleri yapmacıksız, dolaysız, olabilecek en sade halleriyle karşımıza çıkarlar.
“Bıktım buradan. Kaçacağım”
“Bir aydır beni kimseler işe çağırmıyor. Aklıma Hatçe geldi mi tarlanın ortasında dikilip kalıyorum. Dayıbaşı '-Ne oldu lan, gidinin delisi?' diyor.” (s. 24) Gidinin delisi “Köyden” bölümünün ilk öyküsü “Tutku”daki Osman'dır. “Evdeki” öyküsünden tanıdığımız genç kız gibi Osman da anasının ilenmelerine kızar, dinlemez ve karakterin dilinden okuruz öyküyü. Ağanın işinde çalışırken avlusunda kızını görür ve böylece kalan aklı da gider. Oysaki deliliği bir simge olarak kullanır bu öyküde Atılgan. Elbette “A” ve “O” harflerinden başka harfleri bir türlü öğrenemeyen Osman'ın bu öyküyü yazması mümkün değildir, buna rağmen öykü inandırıcılığını yitirmez. Aksine yazar, Osman'ın dışlanmışlığını, çocuklar tarafından bile alaya alınışının altını çizerek belirginleştirir. Fakat ağanın kızı Hatçe hor görmez Osman'ı, belki de ilk kez bir genç kızın ona acıdığı için değen mavi gözlerinde yakaladığı anlık şefkat ruhuna aşkın meczup haliyle yansır. Çocukluğunda devecilerden edindiği gök boncuklarıyla Hatçe'nin gözleri Osman'ın bulanık belleğinde simgesel düzeyde bağdaşır ve genç kız bir fetiş haline gelir. “Öykü, tutkunun insan başarısındaki önemini örtük olarak vurgularken, hiç ummadığı bir sırada Hatçe'nin kendisinden cinsel yaklaşım beklediğini gören, ama, değerlendirecek deneyimden yoksun bulunan Osman'ın ne yapacağını bilemez durumda bırakarak sona erer.”(4)
“Kümesin Ötesi”ndeki tavuk da farklıdır, kendisi dışında dört tavuk ve bir horozla paylaştığı küçücük avluya sığamaz. “Duvarların ardında, o uçsuz bucaksız dünyada daha iyi tavuklar arasında, daha anlayışlı horozlarla geçecek günlerin özlemiyle doluyum. Bıktım buradan. Kaçacağım.” (s. 36) Burada, “Yazar, insanlardaki bağımsız olmanın, daha iyi günler yaşamanın özlemini kümes hayvanlarıyla simgeleştirerek vermiştir. Bu fabl niteliği taşıyan “Kümesin Ötesi” adlı öykü bu yönden ayrı bir özellik taşıyor.”(5) Aynı tekniği Yusuf Atılgan on yıl sonra kaleme alacağı ve “Köyden” bölümündeki öykülerinin dördüncüsü olacak “Yük” öyküsünde de kullanır. Göç zamanı öncesi hazırlıklar, heyecanlar sürüp giderken veda eder gibi dişi kırlangıç güneşin sönmemesini diler eşinden. Öyküyü tamamen erkek kuşun dilinden aktarır yazar bize. “Geleneklerimiz sağlamdır. Bir gün köyün alt başında yalnız kalmış bir dişi olduğunu söylediler.” (s. 52) Bağımsız olamamanın kıskaçlarına, sürü psikilojisine mahkum olur erkek kırlangıç. Yoksa dışlanacaktır.
Her öyküsünün “farklı” bir kişisi vardır Atılgan'ın. Ancak farklılığı o karakterin dışlanmasını da beraberinde getirir. “Dedikodu” öyküsünde dışlanan küçük gelindir, farklılığı şehirden gelmiş olmasıdır. İnsanlar ona acıyıp gülmesin diyedir her sabah yaktığı ocağın dumanını tüttürüp herkese gösterme isteği. Ne ki köyde alıp başını yürüyen türlü dedikoduların başrol oyuncusu olmaktan kurtulamaz. Sıradan bir toplumsal eğlence olarak görebileceğimiz dedikodunun, farkında olmadan genel ahlak ve davranış kurallarını oluşturan bir kurum olduğunu da gösterir bize Yusuf Atılgan. Üç anlatıyla bütünlenir öykü, “Koca gelin'in dediği”, “Küçük gelin'in dediği”, “Fadimaba'nın dediği”.
“Dünyada ötekilerin de oluşunu bağışlıyorum”
“Büyük eksiklikti bu; ustalık üstüste kocaman yapılar dikmekte değil, odaların tavanına sağlam halkalar çıkmaktaydı. Birden çocukluğumun asılmışını gördüm: Dili, gözleri dışarıda, sümüklü korkak. 'Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.'” (s. 58)“Kentten” bölümünün ilk öyküsü “Yaşanmaz”da kendini güvende hissetmeyen, ezik bir karakteri işler Atılgan. Dünyayı yaşanmaz gören filozofun yalnızlığı ülkesi gibidir kilitli kapılar ardında. Başka oluşu karakterin bücür olmasıyla, dolayısıyla yarım adam muamelesi yapılmasıyla da birebir ilgilidir. Dersini yapamadığında öğretmenin yüzünde pis bir gülüşle, “Değil mi filozof?”, “Sen başkasın” alaysamasında, mutemetin maaşını öderken, “Al bakalım; hakkınmış gibi ye!” aşağılayıcı sözleri arasında, ağustos böceğinin sözleri takılır kafasının diline, “Bütün dünya bana bir yaşama borçlu.” Ama önce odanın bir duvarına kara boyayla kocaman bir YAŞANMAZ yazacaktı. Yusuf Atılgan'ın Anayurt Oteli'nde de ele aldığı intihar konusuyla ilgili Ali İhsan Kolcu'nun ilişkilendirdiği Camus'nün absürd (saçma) felsefesi “Yaşanmaz” öyküsü için de geçerlidir:“Camus'nün saçma felsefesi temelde insana sunulan hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı sorusu üzerine yoğunlaşmaktadır. İnsan hayatın yaşanmaya değer olduğuna karar verirse onun zorluklarına, sıkıntı ve zahmetlerine katlanmak zorundadır. Bunun tam aksini düşünenler yani hayatın yaşanmaya değer olmadığına karar verenler için intihar kaçınılmaz bir sondur.”(6)
“Kasabadan” ve “Köyden” bölümlerinin öykülerinde daracık dünyalarından kurtulmak isteyip de sıkışıp kalan karakterlerin düşlediği yaşamı yaşıyor belki de “Atılmış” öyküsünün kişisi. “Deniz yuttuğu taşın farkında bile değildi. 'Cup' dedi yalnız.” (s. 61) Bu cup sesinde uğultulu şehrin sessizce insanı yutan hali de vardır, zira öykü kişisi işten atılmış, aylak dolaşmaktadır. Önemli olan neden atılığı değil, bir kere atılmış olmasıdır. Öyküdeki tüm atılmışlıklar Camus'nün Yabancı'sını akla getirmektedir. Kıyıda kulübede yaşayan kokmuş kızla tartışır ve kızın ona attığı taşları güçlükle savuşturur. İnsanların kalabalık olması, birbirine benzerlikleri, tümünün iki ayaklı olması şaşılacak durumdur. Manavdan çaldığı irice elmayı sadece vicdan azabı duyduğu için fırlatıp atmaz öykünün kahramanı, tüm atılmışlıklarını, yabancılaşmayı, bunaltıyı simgeleyen bir durumdur.
“Çıkılmayan”ın öykü kişisi de kendisi için belirlenmiş yaşayışın dışına çıkamaz. Değişmezlik bozulmaz, başka çıkar yol yoktur. Oysaki, “Hep olağanüstü şeyler düşünmüştü, yaşadığı düzenden kurtulmak için.” (s. 68) Yusuf Atılgan'ın kentte geçen öykülerinde bireyin üzerindeki kıskaç daralmakta ve kendisi için düzenlenmiş yaşamı sürdürmekten başka şansı kalmamaktadır.
“Bodur Minareden Öte” öyküsünde insan hayatını yöneten düzenli bir sıkıntı vardır. Öyküde kahramanın her gün bir sonraki güne ertelenen intihar düşüncesi geçse de, “Dünyada ötekilerin de oluşunu bağışlıyorum,” cümlesi kahramanın vazgeçişidir aynı zamanda bu karardan. Böylelikle ötekilere benzemekten kurtulamaz. Bu öyküyü de karakterin dilinden aktarır Atılgan. Korkulan, kaçınılan sonlar, çıkmaz sokaklar her yolun denendiğinin ispatıdır, ama yine de öykü kişisi bir kurtuluşun peşinde çabalamayı sürdürür, çünkü herkes, her şey “biz” olalım diye vardılar. “İnsan ötekilerin oluşunu bağışlayınca bir bakıma onlara benzemekten kurtulamıyor.” (s. 79)
Dipnotlar:
(1) “Edebiyatımızdan Yusuf Atılgan Geçti”, Derviş Şentekin, Radikal Kitap, Yıl 8, Sayı: 447, 9 Ekim 2009
(2) “Öyküleriyle Yusuf Atılgan”, Füsun Akatlı, İmge Öyküler, Yıl 1, Sayı: 2, Nisan-Mayıs 2005
(3) A.g.y.
(4) Mustafa Öneş, "Bodur Minareden Öte", Yusuf Atilgan'a Armağan, 1992, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 357-363
(5) Olcay Önertoy, Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü, s: 299
(6) Ali İhsan Kolcu, Yusuf Atılgan'ın Roman Dünyası, Toroslu Kitaplığı, 2003, İstanbul, s. 79