top of page
Ömer TÜRKEŞ - Ellisinde bir 'aylak'

(Radikal Gazetesi 6.11.20009)

 

'Aylak Adam' 50 yaşında. Yusuf Atılgan büyük kentin boğuntusunu işler 'Aylak Adam'da. Aynı boğuntu 'Anayurt Oteli'nde daha küçük bir kentte, 'Bodur Minareden Öte'deki hikâyelerinde köyde ve kasabada hissedilecektir. Kısacası hep aynı temayı, toplumun baskılarından bunalmış, ötekileşmiş, uyumsuzlaşmış insanları gözlemiştir Atılgan

Çok az sayıda ürün vermiş olmasına, değeri çok geç anlaşılmasına rağmen, edebiyatımızın önemli, hatta efsaneleşmiş isimlerinden biridir Yusuf Atılgan. Ölüm yıldönümü nedeniyle geçtiğimiz haftalarda Radikal Kitap’ta Derviş Şentekin tarafından anılmıştı. Bu kez Atılgan efsanesini yaratan romanı Aylak Adam’ın 50. yaş gününü kutlayacağız. 
Edebiyat çevresi elbette tanıyordu Yusuf Atılgan’ı. Ama 1973’de yazdığı ikinci romanı Anayurt Oteli 1987’de sinemaya uyarlanana kadar ünlü değildi. Ömer Kavur’un metne sadık kalarak yönettiği filmin kazandığı başarı sayesinde yeniden hatırlandı. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’la (1959) başlayıp Bodur Minareden Öte’deki (1960) hikâyelerine, oradan Anayurt Oteli’ne(1974) ve yarım kalmış Canistan (2000) romanına kadar bütün anlatılarına hakim olan kalabalıklar karşısında yalnız ve yabancılaşmış insan teması ile yazarın hayat hikâyesi arasında ilişki kuran bir çok inceleme ve eleştiri yazısı var. Bu nedenle kısa bir yazı içerisinde hayat hikâyesi üzerinde durmayacağım. Zaten söz konusu temayı hayat hikâyesindense yazdığı dönemin akımlarıyla ilişkilendirmenin daha yerinde olacağını düşünüyorum.

50’ler Türkiyesi
1950’lerde edebiyatta iki önemli akımın etkileri görünüyor. İlki siyasi meselelere duyarlı solcu yazarların toplumsal sorunları merkez aldıkları toplumcu gerçekçi sanat anlayışı ve bu nalayışın somutlandığı ‘köy romanları’. Diğeri ise bugün elli kuşağı adıyla andığımız, Orhan Duru’nun ve A dergisinin başını çektiği ‘varoluşçu’ yazarlar. Ancak bu kuşağın bireyin sorunlarına eğilmesi de toplumsal kaygılardan uzak değildir.
Yusuf Atılgan’ı bu iki akım arasında bir yere oturtmamız gerekiyor. O dönemde köyde yaşamayı tercih etmesine, köyde ve kasabada geçen hikâyeler yazmasına rağmen ‘köy romanı’ ile ilgisi yoktu. Kitaplık dergisinde Yusuf Atılgan’ın ilk kez yayımlanan bir mektubunu referans vererek bir hatırlatma yapalım; Atılgan 60’lı yıllarda yazıp yaktığı ‘Eşek Sırtındaki Saksağan’ adlı romanından söz ederken toplumcu gerçekçilikle ilgili sınırlarını çizmiştir; “Onların kabak tadı veren gerçeğini sevmiyorum; Kendi gerçeklerim var benim.”
Özellikle Aylak Adam romanı ve Bodur Minareden Öte kitabındaki hikâyelerinde Freud düşüncesine bağlılıkla insan psikolojisine eğildiğini, modernist akımın etkileriyle yer yer bilinç akışını kullandığını, kurmaca kişilerin cinsel hayatlarına yer verdiğini görüyoruz. Bu arayış onu 50 kuşağına yaklaştırıyor. Leyla Erbil’in ifadesiyle “1950 kuşağı hikâyecileri diye söz açılan, aslında biribirinden farklı olsa da cinsel konulara verilen ağırlıkla göze batan ve Varoluşcular diye anılan yazarlar da dolaylı ya da dolaysız olarak, Freud yöntemlerini deniyorlardı. Rüyalar, mektuplar, hatıratlar, ‘sanrı ve sayıklamalar, sürçmeler Bilinç Altının gün ışığına çıkmasıyla çiçeklenen insan!”
Aynı yıllarda klasik romanın -öezllikle- tip ve kahraman kavramlarının eskidiği ilanıyla yayılan Yeni Roman hareketinden esinlendiği söylenebilir. Mesela Aylak Adam’daki C.’nin ismi verilmez. “Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır” Diyecektir C.’nin ağzından Yusuf Atılgan. Modern dünyanın insanı da, birey olarak yaşamakta, birey olarak varlığını sürdürmekte, sadece var olmaktadır. Bu varoluş Yusuf Atılgan’ın romanında aylaklıkla kendini göstermekte, kim olduğu, ne olduğu hiç önemli olmayan hatta adı bile çok önemli olmayan, herhangi bir kişidir bu insan, C.’dır örneğin ya da A. Robbe-Grillet’nin Kıskançlık adlı romanındaki A...’dır.
Bireyin birbiriyle etkileşen iç ve dış dünyasına ağırlık veren, bireyin davranışlarının kökenine inerken psikanalitik yöntemlerin kullanıldığı Aylak Adam’da bütün bunları bulmak mümkün. Ama bir fazlasıyla... Her ne kadar kendi döneminin bakış açısıyla yeterli bulunmasa bile, C.’nin toplumla çatışması içsel olduğu kadar dışsaldır da; sevgisizlik, iki yüzlülük, yalnızlık ve yabancılaşma toplumsal düzenin sonucudur, yani genel insanlık durumudur.

Sevgi arayışı
Romanın ilk cümlesi, dört mevsime sığan hikâyesinin leitmotivini veriyor, sevgi arayışını; “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” Bu arayışın arkasında C.’nin dünyaya bakışının özeti vardır... Ne var ki, hikâye süresince iki aşk ilişkisi etrafında yakınlaştığımız C., ‘o’nu bir türlü bulamayacaktır. Yazar açıkça söylemese de, ‘o’nun B. olma ihtimali vardır, ama B. ile yolları bir türlü kesişmez. Her bölümü farklı mevsimlerde geçen roman, babasından kalan miras sayesinde hayatını çalışmadan sürdüren C.’nin birbirinden farksız geçen günlerini anlatıyor. Birbirinden farksızlığın monotonluk yaratacağı düşünülebilir. Tersine, bir yandan C.’nin bu yaşam felsefesini sahiplenme nedenleri, öte yandan sözünü ettiğim sevgi arayışının psişik kökenleri okuyucuyu beklentiye, tuhaf bir gerilime sokuyor...
Aradığı aşkı, hesapsız sevgiyi bulamayacaktır C.; onu bulamadıkça toplumla bir bağ kurması da imkansızdır. Sona geldiğinde umutların tükendiği anlaşılır; “Sustu, konuşmak lüzumsuzdu. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” 
Aylaklığı bir değer olarak savunan C.’nin susuşu bir boyun eğiş değil; tıpkı Anayurt Oteli’ndeki Zebercet gibi, C. de susarak direniyor. Kitlenin bireyi içini alıp tektipleştirmesine karşı bir tür başkaldırı aslında.

Kasabada, köyde, kentte
Yusuf Atılgan büyük kentin boğuntusunu işler Aylak Adam’da. Aynı boğuntu Anayurt Oteli’nde daha küçük bir kentte, Bodur Minareden Öte’deki hikâyelerinde köyde ve kasabada hissedilecktir. Kısacası hep aynı temayı, toplumun baskılarından bunalmış, ötekileşmiş, uyumsuzlaşmış insanları gözlemiştir Atılgan. Nasıl soluk alınıp verildiği meçhul kalan bir karabasanlar dünyasıdır onun anlattıkları. Sadece kente gelindiğinde bireyler üzerindeki kıskaç daha da can acıtıcıdır. Kuşkusuz ‘varoluşçuluğun’ da etkisiyle, uyumsuzluk, bunaltı, saçmalaşan yaşam gibi temaları öne çıkarır. 
Roman ve hikâyelerinde benzer bil dil, benzer bir uslup yakalamış. İlk bakışta sanki tekliyor gibi gelebilir, sanki kimi ifadeler eksik kalmış gibidir. Süssüz, ama her cümlesi, her sözcüğü yerli yerinde. Anlatısını ve meselesini ortaya koyacak şekilde son derece temiz bir dil kullanıyor yazar. Dili kendine özgü bir uslup içinde eritiyor, dile biçim veriyor. Bu tekleyişler, duruşlar, tamamlanmayı bekleyen ifadelerle yakalamak istediği Aylak Adam’da C.’nin Anayurt Oteli’nde Zebercet’in iç sıkıntısı.
Uyumsuz kişilerin kendi ağzından dinliyoruz toplumsal çatışmaları. Birinci tekil şahıs ağzından yapılan anlatı ağırlıklı, yer yer anlatıcının kendisi giriyor devreye. Diyalogları, iç monologları, bilinç akışını ve mektupları da kullanarak anlatısını sürekli dinamik tutabiliyor. Bu teknik özellikler biçimsel denemeler değil, anlatılan konuyu pekiştiren özellikler. Ele aldığı meseleleri, iç ve dış dünya arasında kurduğu denge, anlatım tekniği ve kurgusu, ayrıntıları, imgeleri, çağırışımsal ifadeleri kullanışı... Bütün bunlar Yusuf Atılgan’ın romancılığımızdaki yerini, farkını ortaya koyuyor. 
Edebiyatımızdan bir Yusuf Atılgan geçmişti sessiz sedasız. Onun yazdıklarını okuyunca, bu kadar az üretmiş olmasına üzülmemek elde değil. Hele ki bireyin, cinselliğin, modern ve postmodern anlatıların, biçim arayışlarının gözde olduğu günümüzde, birey toplum çatışmasını bu kadar derinlikli anlatan Yusuf Atılgan gibi ustaların eserlerine daha da sıkı sarılmak gerektiğini anlıyoruz.

AYLAK ADAM
Yusuf Atılgan 
Yapı Kredi Yayınları
2009
160 sayfa
22 TL.

 

bottom of page