Bülbülü Öldürmek Harper Lee
Harper Lee’nin ilk romanı Bülbül’ü Öldürmek 1960 yılında yayınlanır hemen ardından 1961’de Pulitzer ödülüne layık görülür. Bu roman yazarına büyük ün getirir. Hatta modern Amerikan edebiyatının klasikleri arasında anılarak dünya edebiyatında da en çok okunan romanlardan biri olmayı başarır.
Roman 1936 yılında bir Amerikan kasabasında geçer 10 Yaşındaki bir kız çocuğunun gözünden bir yaşam kesitine yanıklık ediyoruz. Roman aynı zamanda Harper Lee’nin gerçek hayatından izler taşır Dill Karakteri gerçek hayattaki arkadaşı Truman Capot’tan esinlenerek yaratılmıştır. Harper Lee’nin esinlendiği gerçek hayattaki yaşam hikayesi de 1936 yılında küçük bir Amerikan kasabasında geçmektedir.
Romanı oldukça yalın ve gösterişsiz bir üslupla kaleme alınmış. Ne detaylı betimlemeler ne de süslü cümleler vardır. Küçük bir çocuğun anlatımına dayanması belki de onu böyle olmaya itmektedir. Gerçekçi üslup en baştan beri anlatıma hakim. Karakterlerin işlenişi ve kurgu oldukça başarılı. Romanın en göze çarpan temaları Ahlak, eğitim, ırkçılık, sosyal katmanlar ve bu kavramların çerçevesinde şekillenen toplumsal ilişkilerden oluşuyor. Özellikle Baba Atticus karakterinin her koşulda sahip olduğu evrensel ahlaka bağlı mücadelesi ve çocuklarına ödün vermeden bu değerlerle yaklaşarak kusursuz model oluşturması romanı etkileyici kılan ögelerin başında geliyor. Pek çok replikte adeta Kan’t evrensel kurallara dayanan maksimleriyle koşulsuz buyruk ilkesiyle örülmüştür Atticus’un ahlak anlayışı. Bu, aynı zamanda tüm vatandaşların sahip olmasını beklediğimiz ideal bir ahlaki karakterdir. Çocukların egemen toplumun ataerkil normlarının hunharca sınırlarını çizdiği algı dünyasında sık sık babalarının yaklaşımını sorgulama ve nihayetinde sağduyu ile onun ne denli erdemli hareket ettiğini anlamaları üzerine bir kurguya şahit oluruz. Bu erdemli yaşam kapitalizmin yarattığı çıkarcı benin karşısında toplumsal kaygıları olan empatik birey var. Çocuğun naif dünyasıyla gözler önüne serilen bu dünya esasında erdemin toplum mimarisinde ne denli önemli olduğu tıpkı genler gibi eğitim neticesinde gelecek kuşaklara bir tür sosyal evrim gibi taşındığı vurgulanır. Zira çocuklar da zamanla Atticus’un güven veren faziletini içselleştirmeye başlamışlardır.
Bir babanın evlatlarını yetiştirmekteki tutarlı evrensel ahlak anlayışındaki dirayeti gösteren en güzel ifadeler zan altında kaldıklarında şerife karşı oğlunun durumunu ifade ettiği zaman dökülür Atticus’un ağzından. “Bu işin örtbas edilmesi benim Jem’e öğretmeye çalıştığım şeyleri inkar etmem anlamına gelir. Bazen bir baba olarak tamamıyla başarısız olduğumu düşünürüm ama ben onların her şeyiyim. Jem başka kimsenin yüzüne bakmadan önce benim yüzüme bakacaktır, ben de onun yüzüne çekinmeden bakabilecek şekilde yaşadım. Böyle bir şeye göz yumarsam, inan bana onun yüzüne bakamam ve onun yüzüne bakamadığım gün onu kaybettiğimi anlarım. Scout’la onu kaybetmek istemem, onlar benim her şeyim.
Atticus, Amerika’da artık bir tür gen gibi ırkçılığın insanların karakterine yapışmış toplumsal bir lekeyi doğallaştırdığı bir dönemin yeni yeni sonun gelindiği bir zamanda hukuk adamı olarak vermektedir mücadelesini. Bir zencinin avukatlığını üstlenir. Sonunun ne olacağını bildiği halde her mücadelenin bir etki gücüne inanır. Onun için diğer yığınlar gibi var olan normları olduğu gibi kabul etmek yerine zor olanı seçmek erdemdir. Nihayetinde doğrular insanın evrensel menfaatlerine hizmet edecek şekilde evrilir. Atticus’un vermek istediği en temel mesaj budur aslında bizlere.
Bu satırları yazdığım şu günlerde (2020) ırkçı nefretin fitilini ateşlediği Minneapolis ayaklanması esasında bu nefreti kusan polis memurundan öte onu yaratan ve destekleyen mevcut düzene bir baş kaldırıdır. Tüm bu erdemli mücadeleye rağmen halen ırkçı faşist zihniyetin toplumun genelini tutsak etmesi yürürlükteki eğitim standartları ve ailevi değerleri şekillendiren ideanın tekrar özgür ve bilimsel kriterlerle gözden geçirilmesi gerektiğini göstermektedir. Bu sanatla, mücadele ile, özgürlükle ve bilim toplumu olmakla geçekleşecektir.